Kimin, nereye, neyi, ne kadar üreteceğine onlar karar vereceklermiş!

Kuşkusuz Türkiye, Eski Dünya karalarının birbirine en çok yaklaştığı coğrafya ’da, en zengin kıta bileşeni içerisinde, doğu ile batıyı sentezleyen yüzlerce farklı medeniyetin yeşerdiği hayat bulduğu toprakların üzerinde kuruludur. Coğrafi konumunun özellikleri, toplum olarak sahip olduğu eşsiz beşerî özellikler, ülkede yaşanan farklı iklim tipleri, çeşitli bitki türleri ve dalgalı toprak yapısı bu ülkeye muazzam bir çeşitlilik sunmuştur.

Türkiye, günümüz jeopolitik şartlarının verdiği imkânlar ile gerek küresel, gerekse bölgesel düzeyde politik seçeneği en fazla olan ülkelerden birisi olduğu halde, sahip olduğu coğrafi potansiyelleri değerlendirme görevi olanlar tarafından hiçbir zaman gerektiği gibi değerlendirilememiş, çiftçilerin geniş çerçeveli üretim planlaması adı altında faaliyet göstermelerini sağlayacak politikaların ortaya konulamamıştır.

Bir gerçek var ki; modern yöntemlerle zirai üretim yapan her ülkede tarımsal faaliyetin plan dahilinde yapılması gerekir. Ekonomik gelişme sürecinde tarım, sanayi sektörleri ile siyaset arasında bir paralellik sağlanamaz ise yalnız başına hiçbir sektör, dünya piyasalarındaki konjonktürlerin karşısında varlığını sürdüremez.

Galiba Türk tarım politikalarına yön verenler, tarımsal üretim modelini çiftçinin geçmiş deneyim ve sezgilerine göre şekillendirdiğini, ürün seçimi ve bilişimiyle ilgili kararların ise bu deneyim ve sezgilere uygun olarak belirlediğini biliyor ve bu modele güveniyordu. Ürün tipi belirlemede serbest piyasa ekonomisinin en çılgın tipi olan “plansızlık-kuralsızlık” modeli uygulanıyordu. Bu nedenle hiçbir izne ve planlamaya gerek kalmadan, isteyenin istediğini diktiği, isteyenin istediğini söktüğü bir modele geçilmişti.

Tarım piyasasının tamamen Türkiye’ye özgü kuralları olan sanal bir tarım Borsası, köy kahvesi ve tüccar buluşma mekanlarından oluşan binaları bile vardı. Köyün bakkalı, muhtarı, berberi zamana ve şartlara, ürünün bolluğu ve azlığına, ithal edilen ürünlerin gümrük vergisinin oranına, siyasi konjonktüre göre fiyatları belirleniyor, borsa bu fiyatlar üzerinden açılıyor/kapanıyordu. Yani devletin çiftçiden, çiftçinin de devletten bir şey istemediği bir düzen kurulmuş, iyi-kötü işliyordu.

İyi-kötü işleyen bir sistemin sürdürülebilmesi mümkün değildi. Türk çiftçisi ağır ekonomik koşullardan, girdi fiyatlarındaki olağanüstü artışlardan, yüksek işçilik maliyetlerinden, kendisine sorulmadan alınan ithalat kararlarından, devletin uygunsuz alım politikalarından derinden etkilenmişti. Bir anda yılda üç kez ürün aldığı topraklarda bile tarla tipi üretim modelinden vazgeçip, bahçe tipi meyve üretim modeline geçti.

Artık Türkiye meyve üreten bir ülkedir. Güneyde narenciye ve sert çekirdekli meyve üretimi yapılırken, karasal iklimin hâkim olduğu bölgelerde ise elma ve sert çekirdekli meyvecilik sürdürülüyordu. Artık pirinci Çin’den, patatesi mısırdan, marulu İspanya’dan, mercimeği Kanada’dan, fasulyeyi Meksika’dan, buğdayı ise Ukrayna’dan ithal ediyorduk. Ne gam… Paramız vardı ithal ediyorduk. Kimi ilgilendirirdi ki?

Türkiye meyve üreticisi bir ülke olmuştu ama yine de sorunlar vardır. İlk tehlike uyarıları Limon’dan geliyordu. Birkaç yıldır limon para etmiyor, dalda kalıyor, diğer narenciye türleri için bile tehlike sirenleri çalıyordu. Uzmanlar uyarıyor ama seslerini kimseye duyuramıyorlardı.

Nereden geldiği, nasıl geldiği, kimin önerdiği ve hangi sebeplerle bu kadar yaygınlaştığı anlaşılamayan, verimli olması dışında hiçbir üstün değeri olmayan Mayer limon piyasayı adeta istila etmiştir. Dikimi bir anda milyonlara ulaşır. Aroması iyi değildir. Yeterince boy yapmamaktadır. İnce kabuklu olması nedeniyle fırçadan geçerken bile zedelenmektedir. Kesimde geç kalındığında renk değiştirmektedir. Ne iç piyasada, ne dış piyasada yeterince talep bulamaz. Yurt dışı pazarında Türk Limonunun imajı bozulmuş, güven kaybolmuştur.  Tıpkı domino taşlarının yıkılması gibi, Mayer limondan sonra diğer limon türleri de bir bir yıkılır.  

Aslında tek sorun pazar boşluğunu ve tüketici tercihlerini yakalayamamış, imajı bozulmuş limon sorunu değildir. Tarımı planlama görevi olan Bakanlık Kadrolarının, tarım piyasasını düzenleme ve yol gösterme mekanizmaları arasında yer alan Ziraat, Ticaret ve Sanayi Odaları ile Borsaların, birliklerinin ve ihracatçının görevlerini gerektiği gibi yerine getirmemesi nedeniyle Türk çiftçisi hangi ürüne odaklanması gerektiğini bir türlü bilemez.

Geçmişte siyaset kurumunun aldığı bir kısım kararlarla, iç piyasada fiyat ve enflasyonu düşürmek amacıyla limon ihracatına izin verilmeyince, siyasi çatışmalarla, Suudi Arabistan ve Ortadoğu pazarı kaybedilince, boş bırakılan pazarı birilerinin doldurması zor olmaz, başkaları tarafından doldurulmuş pazarlar ise kolay kazanılmaz. Artık Türkiye geleneksel pazarlarında bile güçlü değildir.

Türkiye’nin en önemli pazarı olan, aslında Pazar bile sayılmayan Rusya ve Ukrayna birbiri ile savaşıyordu. Her iki ülkenin insanlarının alım gücü düşmüştü. Avrupa Birliği ilaç kalıntı kriterleri yükseldiği için Avrupa pazarına girmek her geçen gün zorlaşıyordu. İspanya AB ülkeleri marketing sistemini iyi kurduğu ve tüketicinin her türlü ihtiyacına cevap veren Primofiori cinsi limon ile tozumuzu attırdığı için İspanya ile rekabet imkânsız hale gelmiştir.    

Güney Afrika narenciye üretimi konusunda büyük yatırımlar yapmıştır. Cape Town, Addo, Port Elizabeth ve Nelspruit gibi şehirlerde kurulan dev narenciye işletmeleri ve paketleme tesislerinin üretici tarafından işletilmesini sağlayan bir sistem geliştirmişler, üreticiyi bu sisteme dahil etmişlerdir. Bu bölgelerde kurulan Enstitüler sürekli çiftçinin yanında yer alır ve her türlü gelişmelerden haberdar ederler. Düşük girdi maliyetleri, kaliteli meyve yetiştirmeye uygun iklim yapısı, yola dayanıklılık gibi etkenlerde eklenince, Güney Afrika dünyanın her tarafına limon satmayı başarır. En önemli rakiplerimizde birisi haline gelir.

Bir diğer ülke Mısır, Sisi sonrası başlayan tarımda kalkınma projeleri ile büyük başarılar yakalar. Çölde adeta vahalar yaratırlar. 4.000 Dekardan başlayıp, 200.000 Dekar’a kadar ulaşan çöl topraklarında pivot sulamalarla çok önemli tarımsal üretim yaparlar. Portakalda Türkiye için önemli rakip haline gelmişlerdi ama son yıllarda limon dikim sahalarını genişletmeleri nedeniyle artık limon üretiminde de Türkiye’nin en önemli rakibi haline gelirler. Düşük maliyetli enerji temini, Port Said Limanındaki düşük navlunlar ve konteyner ücretleri, ihraç ettikleri üründen kendilerine ödenen % 10 destekleme primi ise bir başka avantajlarıdır. 

Aslında rakipleri karşısında bir türlü tutunamayan, üreticisine para kazandıramayan limon üreticiliği ölmüştür. Birileri ölümü yenme, ölüyü diriltme umudundadır. 14 Eylül 2023 tarihli Resmi Gazete’de Tarımsal Üretimin Planlanması Hakkında Yönetmelik yayımlanır. Yönetmelik sessiz sedasız yayımlanmıştır ama, yönetmeliğin tanıtılması ise öyle sessiz olmaz. Bakan İbrahim Yumaklı  “Portakal para etti, çok para etti, her yer portakal ağacı oldu. Ertesi yıl portakal para etmedi, çiftçi isyanda, kamyon kamyon portakal, domates, limon dökülüyor. Hepsine son vereceğiz. Kimin, nereye, neyi, ne kadar üreteceğine karar vereceğiz demektedir.

Aslında “kimin, nereye, neyi, ne kadar üreteceğine biz karar vereceğiz” tanımlaması çok baskıcı, çok dayatmacı, çok sert, çok emredici bir tanımlamadır ama, hiç sorgulayıcı değildir. Türkiye’de her yer portakal ağacı oldu derken, biz neredeydik? Neden her yer portakal ağacı olmuş, neden planlama da bu denli geciktik.? sorusu sorulmuyor. Hiç uzlaşmacı bir dil kullanılmıyor. Böylesine önemli bir proje tartışılsın istenilmiyor. İçerisinde üreticinin olmadığı ağır bir bürokrat kadro ve baskı altındaki oda ve birlik temsilcileri ile sorunu çözeceğini sanıyor.

“Kimin, nereye, neyi, ne kadar üreteceğine onlar karar vereceklermiş!” üzerine 6 yorum

  1. Tam da bizden beklenen bir durum. Bir zamanların Tarım Bakanı, ABD Cargill fşrmadının çalışanı çıktı. Pirinç tarlada yetişmiş sayıkacakken sıfır gümrük ile pirinç ithaline izin verildi. Tarım Bakanlığı yerli tohum ekene kredi vermedi. Taşlar böyle görüldü. Bunlar aklımda kalanlar.
    Çok bilgilendirici bir yazı idi.

    Yanıtla
  2. Sayın karapınar,
    Toprak ile çiftçi arasında sadece ürün olmalı. Bu genel kuralı bozan bu üçlü yapıyı yönetememenin SÖZSÜZSÜZLÜĞÜYLE yönetemeyenlerdir. Ne derseniz deyin üçlü yapıyı tanımaktan ve ona saygı duymaktan geçer üretmek. Bir çiftçi kendine yeteni üretir. Ancak en küçük birim çiftçi en azından 50. Kişiye yetecek gıda üretimi yaptığını düşünün, yani bir çiftçi 50 kişiyi doyuruyor, o çiftçi önemli bir insan, şehirli topraktan anlamaz ancak toprak, çiftçi, ürün ve bunun sosyal kavramının üçlemesini kimselerce yönetilmeye itilirler bu şehirliler. Bu iş bana göre başka bir şeye doğru evrilmeye çalışılıyor. Ve bu iş bir merkezden kontrol ve idare ediliyor. Yerli malı yurdun malı ancak yerli beyin ile olur. Saygılarımla.

    Yanıtla
  3. Sevgili arkadaşım, tek adam sistemi kaç çocuk doğuracağından hangi bahçenin neresine ne ekeceğine dek her şeye karışır, çünkü o her şeyi bilir ve Tanrının insanlığa armağanıdır. Ne uzman ve ehil bürokratlara, sistemin esas yapısını oluşturan deneyimli çiftçilere ve modern yöntemlere yönelen genç çiftçilere ihtiyacı vardır. Ne bilimsel yakın ve uzun vadeli planları, ne de böyle planlamaya gereksinimleri olmaz. Kapasitesiz, vasıfsız, aşağılık komplekslerini saklamaya çalışanlardan bir şey beklemek yersiz olur. Ama böyle aklı selim yazıları yazan, sorunları ve çözümleri işaret edenleri hiç kimse mi duymaz, ben onu anlayamıyorum.

    Yanıtla
  4. Tarım politikaları siyasetçilerin işi olmamalı; her konuda bilimin ön planda olduğu, konu uzmanlarının yer aldığı, üretici eğitimi ve desteği ile denetimli, uyumlu bir sistem olmalı. Siyasetle değişmeyen az sayıda yetkin bir bürokratik kadronun, ülke ekonomisini, eğitiimini belirlemesi gerekir; demoktatik gelişmiş ülkelerde az sayıdan oluşan bürokratik bir yapılanma, siyasetçilerin gelip gittiği bir sistemde, kalıcı olandır.

    Yanıtla
  5. KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR *

    Nereden nereye geldiğimizi unutmamak ve yaşadıklarımızdan ders çıkarabilmek için 101 yıl öncesine gidelim ve kahraman asker, bilgili ve öngörülü büyük devlet adamı Gazi Paşa’nın köylü ve çiftçiler hakkında söylediklerini hatırlayalım:

    Atatürk 1 Mart 1922 tarihinde, TBMM’nin üçüncü toplantı yılını açarken köylüyü milletin efendisi olarak tanımlamış ve şöyle demiştir:
    “Türkiye’nin asıl sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim. Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde herkesten çok rahatlık mutluluk ve varlığa hak kazanan ve buna layık olan köylüdür. Bundan dolayı, TBMM Hükûmetinin iktisadi siyaseti bu önemli amacın sağlanmasına yöneliktir. Efendiler, diyebilirim ki, bugünkü felaket ve yoksulluğun tek nedeni, bu gerçeği görmezlikten gelmiş olmamızdır. Gerçekten, yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli yörelerine gönderilerek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp harcadığımız ve buna karşılık daima haysiyetini kırdığımız ve hor gördüğümüz ve ve bunca fedakârlık ve iyiliklerine karşılık nankörlük, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu gerçek sahiplerinin huzurunda bugün büyük utanç ve saygı ile gerçek durumumuzu alalım.”

    1922 yılında TBMM’deki diğer bir konuşmasında, “Memleketi, iklim, su ve toprak verimi bakımından, ziraat bölgelerine ayırmak icap eder.
    Bu bölgelerin her birinde, köylülerin gözleriyle görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacakları verimli, modern, pratik ziraat merkezleri kurulmak gerektir.” cümleleriyle havza tarımının önemini dile getirmiştir.

    16 Mart 1923 tarihinde Adana’da Türk Ocağı’nda çiftçilerin katıldığı bir ziyafet sırasında söyledikleriyle tarımsal üretimin önemini vurgular:
    “Aziz çiftçi kardeşlerim, diyebilirim ki hayatımda yaşadığım en yüce, en sade, en mutlu ve içten gece bu gecedir. Çünkü bu gece çok derin saygılarla, sevgilerle bağlı olduğumuz milletimizin büyük çoğunluğunu oluşturan çiftçilerimizle bir sofrada bulunuyorum. Bu sofrada onların emekleriyle üretilmiş ekmeği onlarla beraber yiyoruz. Arkadaşlar, dünyada fetihlerin iki aracı vardır. Biri kılıç, diğeri saban. Başka yerde de söyledim ve burada bir daha tekrarı yararlı buluyorum. Zaferinin aracı yalnız kılıçtan oluşan bir millet, bir gün girdiği yerden kovulur, rezil edilir, sefil ve perişan olur. Öyle milletlerin sefaleti, perişanlığı o kadar büyük ve acı olur ki, kendi memleketinde bile esir bir halde kalabilir. Onun için gerçek fetihler yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında yerleştirmenin, milleti aynı kararda sürekli tutmanın vasıtası sabandır, saban, kılıç gibi değildir. O kullandıkça kuvvetlenir. Kılıç kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban, bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima yenildi. Tarihin bütün olayları hayatın bütün gözlemleri bunu doğruluyor. Milletimiz çok büyük acılar, yenilgiler görmüştür. Bütün
    olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun gerçek sebebi şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin çoğunluğu çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık….
    Saygıdeğer çiftçiler, sizler hepimizin babasısınız, hepimizin efendimizsiniz.”

    18 Mart 1923 tarihinde Tarsus’ta Çiftçiler Yurdu’nda yaptığı konuşmada da köylüye verdiği önemi şu şekilde belirtmiştir:
    “…Şimdiye kadar yani üç buçuk yıl önceye kadar vatanın birçok unsurları içinde en çok zahmet, sıkıntı, acı çeken sizdiniz. Herkesten çok çalışan siz olduğunuz halde, en çok cefayı çeken sizdiniz. Bunun nedeni sizinle ilgilenilmemesi idi. Sizi düşünen pek az kimse vardı. Siz çiftçiler o eski hükümette, genellikle hemen hiç düşünülmüyordunuz. Sizi ne zaman düşünürlerdi, bunu çok iyi bilirsiniz. Sizi ya savaş olunca, ya hazinelerini doldurmak
    gerekince hatırlarlardı. Bundan dolayı çalışan sizdiniz; kazanan, ölen sizdiniz. Sonuçta siz yoksulluğa mahkûm olurdunuz. Sizin faaliyetinizden, özverinizden başkası yararlanırdı. Artık bundan sonra böyle olmayacaktır. Artık her şeyden önce kendinizi düşünecek, kendi evinizi bayındır kılacak, kendi rahatlığınızı sağlayacak, ikinci derecede başkalarını düşüneceksiniz. Hepinizin malumudur ki, milletin çoğunluğu sizlersiniz. Eğer bu millet çiftçi olmasaydı, biz davayı başaramazdık.”

    * Yukarıdaki satırlar Tarihçi Prof. Dr. Selman Yaşarın 2014 tarihinde yayımlanan ve aşağıda bağlantısı verilen makalesinden alınmıştır.

    https://earsiv.batman.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12402/3530/Atat%C3%BCrk%20ve%20milletin%20efendisi%20k%C3%B6yl%C3%BC.pdf?sequence=1&isAllowed=y

    Yanıtla

Yorum yapın

+ 43 = 48