Mirasyedilerin sonu dedelerinden kalan mirası sıfırlayarak, hiçbir şeye sahip olmadan ölmektir

Sanayi devrimini tamamladıktan sonra sömürgeciği kurumsallaştıran, sonra da evrim geçirerek emperyalistleşen Avrupa, bu defada gözünü Osmanlı’nın pazarına dikmiştir.  Osmanlıdan  kopardığı ticari, idari, adli ve vergi türü ayrıcalıklarla, sömürgeciliği kapitüsyon’a çevirince,  gümrük vergilerini bile artıramayan Osmanlının toprakları adeta Avrupa’nın açık pazarı haline gelir. Bir de üstüne 1854 yılından itibaren başlayan ağır  borçlanmanın yarattığı tahribat eklenince ve borçlar ödenemez hale gelince, eli kolu bağlı Osmanlı’da sanayi devrimini yakalamak bir yana, sadece borçları ödeyebilmek için bile “Duyün-u Umumiye İdaresi” kurmak zorunda kalınır.

Hep o bilinen sebeplerle, Osmanlı yıkılınca ve Türkiye Cumhuriyeti kurulunca, Türkiye Cumhuriyetinin o devrimci temsilcileri sadece Osmanlı’nın kapitülasyonunu ve ağır borç yükünü devralmazlar. Aslında görünenden çok daha ağır bir ekonomik tablo vardır.  Ama en önemlisi ciddi anlamda bozulmuş sosyal ve toplumsal bir yapıdır.

Tablonun görüntüsü çok kötüdür ama bu tablo bile onların morallerini bozmaya yetmez. Mücadeleye devam edilmelidir. Kurtuluş Savası sırasında 28 Mart 1921 yılında Sovyetler Birliği ile yapılan bir anlaşma ile kapitülasyonlar geçersiz ve kaldırılmış sayılır. Daha sonra çetin geçen müzakereler sonucu kapitülasyonlar  Lozan Anlaşması ile tamamen kaldırılır.  

Bundan sonrası çok daha önemlidir. Türkiye’nin iktisadi geleceğini yeniden şekillendirmek ve sanayi devrimini çoktan gerçekleştirmiş Avrupa’yı yakalamak gereklidir. 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi düzenlenir. Kongre sırasında ve sonrasında kongrede alınan kararlar çok eleştirilse de, genç Türkiye Cumhuriyeti, devletin yönlendirdiği ve halkın da ortak olduğu yeni bir  sanayileşme modelini Devletci-Liberal karma bir sistemle gerçekleştirmenin yollarını arar.

Gazi Mustafa Kemal İzmir İktisat kongresinde yaptığı konuşma da; Yeni Türkiye Devleti temellerini süngü ile değil, süngünün dahi dayandığı ekonomi ile kuracaktır. Yeni Türkiye devleti cihangir bir devlet olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye devleti, bir ekonomi devleti olacaktır. Gazi Mustafa Kemal’e göre tam bağımsızlık  demek siyasi, mali, ekonomi, adalet, askerlik, kültür… gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bununda yolu sanayileşme ile kalkınmadır.

Gazi Mustafa Kemal asıl mesajı ise toplumu bir üretim seferberliğine çağırırken verir.

Yeni girdiğimiz halk devrinin, milli devrin milli tarihini  yazabilmek için kalemler sapan olacaktır. Halk devri, ekonomi kavramı ile ifade olunur. Öyle bir ekonomi devri ki, memleketimiz kalkınmış, milletimiz refah içinde ve zengin olsun der. İşaret edilen bu hedefe ulaşmak için de topluma büyük zararlar verdiğini düşündüğü “bir lokma, bir hırka” deyişi ile özdeşleşen felsefeden kurtulması gerektiğini belirtme ihtiyacı duyar. Bu beklentisini de şu sözlerle dile getirir: ‘Bu memleketin halkı ellerinde örnekleriyle ziraat, ticaret, san’at, emek ve sabanın temsilcisi olsun. Bu yeni Türkiye’nin adına “çalışkanlar diyarı” denir. İşte millet böyle bir devir içinde bulunuyor; bu millet böyle bir devri yaratacak ve tarihini de yazacaktır. Bu tarihte en büyük makam, çalışkanlara ait olacaktır.”

Kongre kararları doğrultusunda ekonomiyi ayağa kaldırmak için ilk girişimler başlatılsa da, görülür ki, ülkede ne ulusal bir sermaye, ne girişimci sermaye grubu, ne de bu tür sanayi tesislerini kuracak eğitimli kadrolar vardır.

Yönetici devrimci kadro, 1923-1930 aralığında dışarıdan yardım almadan,  çok kısıtlı bir ulusal bütçe ile ekonominin ayağa kaldırılamayacağını ve amaçladıkları hızlı kalkınmayı gerçekleştiremeyeceğini görmüştür. Üstüne 1929 yılında Dünya’nın yaşadığı en büyük kriz başlayınca ve ayak sesleri duyulan 2.Dünya savaşı  yaklaşınca,   yeni ekonomi politikaları oluşturmanın gerektiğini fark ederler.

İktisat kongresinde alınan kararlarla, sanayileşmenin kısmen devlet, kısmen özel girişimci tarafından yerine getirilemeyeceğinin anlaşılması üzerine zorunlu sebeplerle karma sistemden Devletçi sisteme doğru bir evinim gerçekleştirilir. Ama Cumhuriyetin devrimci kadrolarına göre, bu devletçilik sosyalist sistemin anladığı bir devletçilik değildir.  Bu model, 5 yıllık, 4 yıllık, 3 yıllık planları olan, devletin piyasaya müdahale ettiği, kamu sektörünün kurulduğu, özel sektörün gelişmesine katkı sunulduğu, kalkınmanın halka ulaşabildiği, gelirin eşit dağıtıldığı yeni bir model olacaktır. 

Kapitülasyonlar kaldırılmıştır ama Osmanlı’nın borçları halen ödenememiştir. Alacaklı devletlerle Duyün-u Umumiye İdaresi arasında 1928 yılında yapılan bir anlaşma ile borçların kalan kısmı üstlenilir ve borçlar ödemeye başlanır. 1930 yılında ilk 5 yıllık sanayi planları hazırlanır ve uygulamaya konulur. Yerel ya da bölgesel tarımsal üretim ve doğal kaynaklara dayalı sınai üretim birimleri kurulması planlanır. Özellikle dışarıdan ithal ettiğimiz ürünlerin iç piyasada üretilmesine ağırlık verilir.  Sanayi işletmelerinin kuruluş yerleri ve hammadde ihtiyacı ve işgücü kaynaklarına yakınlığı belirlenir.   

Planın uygulamaya girmesinden birkaç ay önce 3 Haziran 1933 tarihinde 2262 sayılı yasa ile kurulan Sümerbank Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı’nın uygulanmasında lokomotif görevi üstlenmiştir. Bir özel banka yapısında olan İş Bankası ve sonradan kurulan Etibank ve Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü de bu uygulamada rol ve yer alan dönemin diğer önemli kurumları olur. Sorumluluk üstlenen kişi ve kurumlar, içtenlikli bir çaba ile yaklaşık on yıl içerisinde; 1934 yılında Kayseri ve Bakırköy Bez Fabrikaları, 1935’te Isparta Gülyağı ve Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikaları, 1936’da İzmit Kağıt Fabrikası, 1937’de Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikaları, 1938’de Gemlik Suni İpek ve Bursa Merinos Fabrikası, 1939’da Karabük Demir Çelik tesislerini işletmeye açarlar, Anadolu’nun çok farklı köşelerinde tüten bacaların yükselmesini sağlarlar. Söz konusu bu süreçte, planda öngörülen 23 fabrikadan 19’u faaliyete geçer. Bu dönem sadece sanayileşme hamlesinin başladığı dönem değildir. Pek çok büyüklü-küçüklü işletmenin millileştirildiği bir dönem olduğu için gerçek anlamda “yerli-milli” dönemdir.

1930’lu yıllarda başlayan, Türkiye’ye özgü devletçi model, kalkınmanın öncüsünün tarım olacağı, sanayileşmenin de tarıma dayalı gelişeceği ilkesini benimsemiş, ilk fizibilite çalışmalarını buna göre yapmış, ilk fabrikaların temelini de buna göre atmıştır.

“İlk fizibilite çalışmasını yapmak ve fabrikayı kurmak” cümlesi, yazının akışkanlığını bozmamak için hızlı kullanılmıştır. Fizibilite çalışması yapmak ve fabrika kurmak o kadar hızlı ve kolay bir iş değildir. Hele bozkır’ın, yokluğun Anadolu’sunda bunları yapmak hiç kolay değildir.

Halkın şeker’e olan ihtiyacını biliyor ve şeker fabrikası kurmak istiyorsanız, önce şekerin hammaddesi pancar’ın nerelerde yetişeceğini tespit etmek, yöresel halkın bu ürünü üretme kabiliyetini araştırmak ve yatırımı ona göre planlamak gerekir. Yer tespiti yapılır. Yapılacak fabrikanın kapasitesi belirlenir. Kullanılacak teknoloji araştırılır. Enerji kaynaklarının yakınlığı ve ne tür bir enerji kullanılacağı konusunda alt yapı çalışmaları tamamlanır. Enerji tesisleri kurulur.  Fabrikayı yapacak ülkelerle anlaşmalar yapılır. Krediler temin edilir. Şeker Pancarı üretimi bilinmediği için üreticilere fide dikimi, gübrelemesi, hasatı konusunda eğitim yaptıracak yabancı Ziraat Mühendisleri getirtilir. Fabrikada çalışacaklara eğitim aldırmak amacıyla Ziraat Teknik okulları açılır. Hatta fabrikada çalışacak yabancı işçilerin mutluluk katsayısını artırabilmek için domuz çiftlikleri bile kurulur.  Fabrikanın yerleşkesine, çalışanlar için sosyal ve kültürel aktivite alanları yerleştirilir. Bu alanlara Türk aile yaşamının kültürel kotları yansıtılır. Artık fabrikalar işçiler için sadece iş yerleri değil, yüksek standardı olan yaşam alanlarıdır.

1930’lu yıllarda başlayan planlı dönemde kalkınmanın öncüsü tarım sektöründe temel amaç, üreticiyi desteklemek olarak şekillenir. Üreticiye girdi temin edilecek, makine ve teknolojiye uygun fiyatlarla ulaşması sağlanacak, tarımsal kredi açılacak,  gerekirse piyasaya müdahale edilerek tarımsal ürün alımı yapılacaktır. Ne olursa olsun üretici çiftçi ürettiklerinden para kazanacak, tüketicinin de sofrasına uygun fiyatlarla ürün ulaştırılacaktır.

Bu maksatla;

Damızlık canlı hayvan ve fide üretimi yapacak TİGEM’i(Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü), Çiftçinin ihtiyacı olan gübreyi üretecek TÜGSAŞ’ı(Türkiye Gübre Sanayi A.Ş.) ve İGSAŞ’ı(İstanbul Gübre Sanayi A.Ş), Çiftçiye traktör ve tarım ekipmanları temin edecek TZDK’ı(Türkiye Zirai Donatım Kurumu) ve hayvan üreticisine yem temin edecek YEMSAN’ı kururlar.

TZDK, TKKMB(Tarımsal Kredi Koop.Merkez Birliği) ve TŞFAŞ(Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş)  aracılığı ile girdi dağıtımı yapacak iktisadi işletmeler oluştururlar.

TCZB(Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası) ve TKKMB(Tarımsal Kredi Koop.Merkez Birliği)  gibi kuruluşlarla tarımsal kredi müesseselerinin kuruluşu tamamlarlar.

TMO, ÇAYKUR, TEKEL, TŞFAŞ, TSKB(Türkiye Sınai Kalkınma Bankası), SEK(Süt Endüstrisi Kurumu), EBK(Et Balık Kurumu) gibi kurumlarla, belli ürünler için piyasaya alıcı olarak girebilecek, bunları doğrudan işleyerek ya da depolayarak veya satarak tarımsal üretimi desteği sağlayacak müesseseler kurarlar.

1923 yılı ile 1930’lu yıllar arasında kalkınma için yatırımların yapılması özel sektörden beklenirdi. Ama özel sektörün bu işlevi yerine getirmeye ne sermayesi, ne deneyimi, ne de teknik bilgisi vardı. 1929 Ekonomik buhranı dünyayı sallıyordu. Derin devletin yağmacılarının sonraki yıllarda çok dalga geçtiği “Kemalizm” o dönemde, ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için Devletçilik İlkesini benimsemişti. Bu yolla hem kalkınmış Türkiye kurulacak, hem Türkiye’nin ihtiyacı olan üretim karşılanacak, hakça dağıtım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesinin önüne geçilecekti.

Plan başarılı olmuştu. Türkiye özellikle alt yapı ve sanayi yatırımları sayesinde dünyada görülmemiş bir ekonomik büyüme gerçekleştirirken, sanayinin devlet elinde olması gibi nedenlerle Türk işçisi batıdaki örneklerinde olduğu gibi sömürülemedi. Birkaç kuşak feda edilmeden insancıl çalışma koşullarında çalışmasını sürdürebildi.

Ta ki, derin devletin yağmacılarının istila ettiği iktisadi teşebbüsler zarar ettirilinceye kadar. 

Derin devlet yağmacılarının istila ettiği bünyenin sağlam kalması düşünülemezdi. Kurt kemirmeye başlamıştı. İktisadi işletmeler zarar edince devletçilik de zarar etmiş sayıldı. Onlara göre, Gazi Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının bin bir emekle kurduğu bu teşebbüsler kar etmeyen hantal müesseselerdi. Devletin kamburlarıydı. Millete yüktü. Sosyal devletçilik anlayışı ilkel bir anlayıştı. Rekabet edebilenler yaşar, edemeyenler ölürdü. Hiç vakit geçirilmeden devletçiliğin ipi çekilmeliydi. Vakit geçirilmedi de. İktisadi işletmelerin bir bir ipi çekildi.  Mallarının yağmalanması süreci başladı. Onlara göre özelleştirme yöntemi ile sermaye tabana yayılıyordu.

Mirasyedilerin ortak özelliği aile servetinin bitmeyeceğini sanmalarıdır. Yaratıcı bir zekalarının olduğuna inanırlar. Dünya gerçeklerini ekonomiyi kavramak olarak yuttururlar. Ama hepsinin sonu dedelerinden kalan mirası sıfırlayarak, hiçbir şeye sahip olmadan ölmektir.

Öyle de oldu. Bir pandemi dönemi gösterdi ki, mirasyedi’nin elindeki her şey tükenmiş, o büyük emeklerle kurulan, iktisadi teşebbüsler yok edilmiş, malları yağmalanmış, elde bir tek bürokrat görünümlü liberal-rantiyeci bir   grubun yönettiği Tarım Kredi Kooperatifleri kalmış.

Şimdilerde açtıkları bin Tarım Kredi mağazası ile tarım üreticilerinin derdine çare olacaklarını, tüketicinin sofrasına ucuz ürün göndereceklerini, piyasayı düzenleyeceklerini zannediyorlar. Oysa yanılıyorlar. Sadece halkı kandırıyorlar.

Yorum yapın

47 − = 44