Tarsus’un hikayesini yazamadık !!

Geriye şöyle bir dönüp baktığımızda, 1980’li yıllarda başlayıp dünyayı etkisi altına alan, neoliberal akımlarla birlikte ortaya çıkan ve adına küreselleşme de denilen “dönüşüm”ün, ülkelerin iktisadi, siyasi ve kültürel yapılarını önemli ölçüde etkilediği ve insanların yaşam biçimlerinde çok önemli değişikliklere neden olduğu bir gerçektir.

İnsanların temel ihtiyaçlarına kolaylıkla erişebildikleri bir üretim modeli yaratılınca ve ihtiyaç fazlasını tasarruf edebilecekleri bir teşvik sistemi ortaya çıkınca onların gezip görme, çevreyi tanıma ve farklı lezzetler yakalama gibi başka önemli ihtiyaçlarının da iç dünyalarında bulunduğu hemen fark edilir. İşte bu ihtiyaç turizm gibi dev bir sektörün oluşmasına ve farklı gezi destinasyonlarının ortaya çıkmasına sebep olur.

Bir süre sonra fark edilir ki, turizm gibi bir sektör sadece geziden oluşmuyor. Gezi bölgelerinde üretilen ürünler ve o bölgelere özgü lezzetler öylesine önemli hale gelir ki, bir süre sonra GURME turizmi doğar. İşte bu safha da, üretimin yanında, çevresel faktörleri oluşturacak, üretilen ürüne değer yaratacak başka aktörlere ihtiyaç duyulur. Bunlar o turizm destinasyonlarında cazibe alanları yaratacak, görsel mekanlar tasarlayacak merkezi ve yerel yönetimler ile ürüne hikaye yazabilecek önemli bir akıldır.

O akıl, ürünle alıcı arasında bağ kuracak, onun yüreğine dokunacak, alıcıyı ürün almaya teşvik edecek, ürünün yetiştiği bölge ile ilgili merakını giderecek hikayeler yazmalıdır. O hikayeler öylesine önemlidir ki, yeni heyecanlar yaratmalı, yeni meraklar uyandırmalıdır.

Ülkemizde pek çok örneği vardır. Mersin’in tantunisi, cezeryesi, Adana’nın kebabı, Antep’in baklavası, yuvalaması, Kars’ın kazı gibi. Bu ürünler hiç şüphe yok ki, bölgenin kültürün tanıtımına, seyahat çekiciliği oluşturmaya, daha çok tanınmaya ve bölgesel gelir artırımına sebep oluyor. Aslında hepsinin bir hikayesi var.

Ülkemizin olağanüstü tarih varlıkları, eşsiz tabiat dokusu, muazzam ürün çeşitliği ve Anadolu’da binlerce yıldır yaşayan kültürlerden süzülüp gelen lezzetlerin birleşimi nedeniyle bu hikaye kolay yazılır sanıyorsunuz değil mi?

Pek öyle değil.

Tarsus 5 Milyon yıldır akan Berdan Nehrinin bereketli alüvyonlu topraklarında kurulmuştur. Topraklarında büyük bir besin bolluğu ve flora zenginliği vardır. Alüvyonlu topraklardan kuzeye doğru  uzanan Tarsus,  bir süre sonra Toros dağlarının sarp yamaçlarına ulaşır. Su bolluğu, toprak zenginliği ve besin çeşitliliği Tarsus’u kavimlerin hep ilgi alanında tutmuş, büyük uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır.

Tarsus’a doğanın bahşettiği Berdan nehri ve yarattığı alüvyonlu topraklar hala bereket saçmaya, bolluk dağıtmaya devam ediyor. Üretim hız kesmeden devam ediyor.  Ama Tarsus’lu 7 bin yıllık tarihsel varlığa, binlerce yıllık kültürel birikime rağmen  hikaye yazamıyor. O eşsiz ürünleri için fark yaratamıyor.

Tarsus, Roma’nın Suriye Klikyası’nın başkenti olmuştur. O tarihlerde Roma’nın vergilerinden muaf, zengin, ayrıcalıklı ve okullarıyla ün salmış bir kenttir. Bir çok flozof, dil bilgini ve şairin yaşadığı tam bir bilim-üniversite kentidir. Bu vasfı ile İskenderiye ve Atina’nın bile ilerisindedir. En ünlü kişisi Pavlus’dur. Kendisi için Hıristiyanlığın ilk havarisi olduğu, Hıristiyanlığın yayılmasında büyük etkisi olduğu dillendirilse bile Hıristiyan dünyasında onun Hıristiyanlığın asıl kurucusu olup olmadığı tartışılıyor. Yani Hıristiyan dünyasının İsa’dan sonraki en önemli, belki de İsa’dan bile önemli kişisi Pavlus öp öz TARSUS’ludur.

Tarsus dünyanın bilinen en önemli, en soylu ve en romantik aşkına ev sahipliği yapmıştır. Roma’nın kudretli  imparatoru Julius Caesar sonradan Kloepatra kapısı olarak anılacak o ünlü kapıyı yaptırmış, yelkenleri erguvan renkli atlastan, kürekleri gümüşten, gövdesi ise altın yaldızla kaplı gemisi ile gelen kraliçe Kleopatra’yı  bu kapıda karşılamıştır. Muhteşem saltanat kayığıyla Regma lagününün sığ sularından süzülerek Tarsus’un içlerine doğru yelken açıp ilerlerken, kayıktan sayısız tütsülerin saldığı harika kokular kıyılara yayılmış, Tarsus halkının  bir kısmı nehrin ta ağzından başlayarak her iki kıyı boyunca ona eşlik ederken, diğerleri bu  manzarayı görmek için, kentte koşarak gelmişler. Kraliçe  o gün sadece Tarsus limanına değil, Antonius’un kalbine de demir atmış, tarihin yazdığı en büyük aşk Tarsus’da doğmuş.

7 bin yıllık tarihte daha neler yaşanmamış ki?

Tarsus binlerce yılın kültür birikimine, muazzam bir tarihi alt yapısına rağmen, hemşehrileri Pavlus’u fark edememiş olmanın, dünyanın en büyük aşkına hikaye yazamamanın, Shakespeare’in piyeslerine bile konu olurken tanınamamanın sıkıntılarını yaşıyor. Üretimini yaptığı o eşsiz lezzetleri bir türlü sunamıyor.

Görünen o ki, Tarsus üreticisinin üretme isteğine ve üretim kapasitesine rağmen merkezi ve yerel yönetimler, üretilene katma değer yaratacak çalışmalar yürütmemişler, o şehrin altında yatan muazzam tarihi dokuyu ortaya çıkartmamışlar, geçmişte yaşanılanlar için hikaye yazacaklara ilham olamamışlar. Tarsus’un değerlerini anlamamakta ısrar etmişler. Her geçen gün kentin silikleşmesi için ne yapmak gerekiyorsa onu yapmışlar.

Kenti gezerken fark ettiğimiz tek bir şey var. Onca kültürel zenginliğe rağmen, kentin en önemli lokasyonuna Tarsus’dan gelip geçtiği bile şüpheli olan Kutalmışoğlu Süleyman Sah’ın  bir elinde gürz, diğer elinde kalkan olan heykelinin dikmişler.

Yorum yapın

7 + 1 =