Tüket tüket nereye kadar?

1950’li yıllarda başlayan ve toplumları hızla etkisi altına alan yoğun tüketme isteğinin ülkemizi de etkisi altına almaması mümkün değildi. Tüketim bir statü, bir zenginleşme, bir sınıf atlama, bir özgürleşme  gibi algılanınca toplumun sürekli tüketme isteğine uygun bir üretim modeli gelişti.

Aslında sistemli ve sınır tanımayan tüketme arzusu hiç ayırım yapmadan toplumun tüm katmanlarını etkisi almıştı. İşin ilginç tarafı buna hiç itiraz sesleri de yükselmiyordu. Tüketimi sınırlandıracak, bu çılgınlığı dur diyecek denetim mekanizmalarını harekete geçirmenin sözü bile edilemiyordu. İslam dini gibi, tevazu’u, gösterişsiz yaşamı öneren, israfı kesin yasaklayan, yerde bir lokma ekmeği görünce alıp yükseğe koyan bir anlayışın temsilcileri bile, 5 yıldızlı otellerin iftar sofralarındaki adeta lüksü ve şatafatı yarıştırıyordu.  

Yeni medya dünyası da, insanların adeta çılgınlık halini alan tüketme arzularına kamçı üzerine kamçı vuruyordu.  “Ne duruyorsunuz, bugün bir şeyler yapın kendinizi sevindirin. Hayat kısa yiyin, için. Tatlı’yı da yedik. Sırada ne var?” gibi reklam sloganları havalarda uçuşuyordu.  Kapitalist sistem, tüketimi özendirirken, satın alma ve haz duygusu arasındaki bağlantıyı iyi kuruyor, bir yandan da,  satın alma isteklerini talebe dönüştürecek alım güçleri yaratıyor, parası olmayanlar için kredi sistemleri  oluşturuyordu.

Tüketimin mutluluk getireceği vaatlerine inanan insanlar; tükettiklerinin bedelini ödeyebilmek için hayatları boyunca koşturma telaşında olduklarını ve artan tüketme isteğinin bedenlerinde ve çevrelerinde yarattığı tahribatı fark edemiyorlardı. Lüks ve israfın artışı ile birlikte toplumdaki iktisadi ve mali dengeler bozulmuştu.  Refah ve bolluk vardı ama anlamsız bir bağımlılık oluşmuştu.  Toplumların hedef-değer dengesi değişmişti. Daha çok lüks, daha çok tüketim, daha çok hırs üçgeninde tıpkı Yunan mitolojisinden sudaki yansımasını görüp, yansımada kendisine aşık olan ve ömrünü ulaşamayacağı bir aşkın peşinden koşarak, izleyerek tüketen Narkissos’un hastalığı Narsisizm gibi bir rahatsızlık  toplumun tüm katmanlarına yayılıyordu. Artık sosyal medya düzeninin büyük bir bölümünü gösterişli yeme-içme mekanlarından konulan ve yenileni içileni de gösteren boy boy PhotoShop resimler kaplamıştı.

Gurme lezzetler ortaya çıkmıştı. Dünyanın en ücra köşeleri bile geziliyor, farklı yiyeceklerin kökenlerine iniliyordu. Etin kekik kokulusu, sebzenin organik yapılısı bulunuyordu. Hayatımıza bilmediğimiz baharatlar girmişti. Kafeslerde hiç hareket ettirilmeden 6 aylık hale getirilen erkek kuzu yemek artık mümkündü. Dişe değmeden damakta eriyen tatlar tercih ediliyordu. Balığın en tazesini sofra ile buluşturmak için denizde en küçük canlıyı bile görebilen ve avlayan gemiler icat edilmişti. Masa ayaklarına dalga vuran, işgal edilmiş alanlara kurulan balıkçı lokantalarında ay ışığında, keman eşliğinde balıklar yeniliyordu ya, gerisi yalandı.

Aslında ifade edemesek de, tükettiklerimizden bir çöp sepeti uygarlığı oluşturmuştuk.  Bir küçücük hamburgeri saran kağıtlar, kutular, paketler torbalara sığmıyor,  çöp kovaları almıyor, belediyeler çöpleri taşımakla bitiremiyor, çöp alanlarında çöp dağları oluşuyordu.

İşte bu yenilenden içilenden, alınan haz dünyasında en çok etkilenen tarım oldu. Ne de olsa, insanoğlunun alıştığı  o bol çeşidi üreten çiftçi olunca, tarımsal üreticilerin sırtında şaklayan kamçı da hiç eksik olmadı.  İnsanoğlu tavuğa yaptığını çiftçiye’de yaptı. Tavuk  1.5 yıllık yaşam döngüsünde her gün, hem de en iri yumurta yumurtlamalı ve insanlığın yumurta ihtiyacını karşılayabilmeliydi. Yumurta alınırken, tavuk hiç düşünülmedi.  Şimdi de çiftçi düşünülmüyor. “Bol üret kardeşim.. Boş yer bırakma kardeşim.. Sağlıklı üret, kaliteli üret kardeşim” nidaları havalarda uçuşuyor.

Bir başka gerçek var ki, tarımsal üretim hızlı tüketim modelidir.  Tohumun toprakla buluştuğu andan itibaren bir koşuşturma gerektirir. Tohum çimlendiği andan itibaren yabani ot yok edilir. Hastalık önlensin diye meyve-sebze zararlısı ile mücadele edilir. Kalite yapsın diye kimyasal gübrelemeler yapılır.  Tüketicinin gözüne hoş görünsün diye en kaliteli ambalajlara sarılır. Soğuk zincir taşıma araçları, soğuk zincir muhafaza odaları kurulur. Kargo taşıma araçları evlere servis yapar. Bu nedenle süratle yapılan dağıtım sırasında yaratılan çevresel felakete kimse itiraz edemedi.  Yeter ki, tüketicinin dağıtım zinciri kırılmasın, sofraya gelen yiyecek azalmasın.

Tüketim çılgınlığının bu hızla gitmeyeceği biliniyor, bir kısım çevrelerce dillendiriliyor ama kimseye seslerini duyuramıyorlardı. İlk imdat çığlığı denizlerden geldi. Bir kısım denizleri kirleterek, bir kısım denizi bilinçsiz avlanma ile yok etmiş, denizde yaşayan canlıların yaşam alanlarını daraltmıştık.  Sonra aşırı üretim modeli, dağlarımıza el attı. Dev iş makineleri ile dağları tepeleri dümdüz etti. Aşırı sulama ile toprakları çoraklaştırdı.  İlaçlama ile ekosistemi mahvetti. Çiftçi insanlık için önemli stratejik ürünleri üretmek yerine, tüketicinin tercih ettiği pahalı ürünleri üretme modelini tercih etti.

Bir kısım ürünlerin üretilemediği biliniyordu ama kimin umurunda. Bir başka ülkede üretiliyorsa, ithal eder, günü kurtarabilirdik. Öyle de yaptık. Şimdilerde deniz bitti, kara göründü. Çılgın tüketimin temsilcileri hala olayın ciddiyetinin farkında değiller ki, yeni yeni üretim modelleri geliştiriyor, tehlikeyi fark edemiyor.

“Tüket tüket nereye kadar?” üzerine 2 yorum

  1. Güzel yazı; ürün yelpazesi zenginliği, tüketimim artması ve beraberinde gelen bozulmuş çevre. Bu bir zincir, halkada eksik olan ise eğitim. Özellikle gençlerin çevreye karşı duyarsızlığı, göç olan yerlerdeki kültürel çatışmalarla ve kirlilikle kaybolmaya yüz tutan tabiat varlığı, sonumuz hayrola.

    Yanıtla
  2. Tüketim üzerine düşünceleri ve eserleriyle ün kazanan Fransız akademisyen Jean Baudrillard (1929-2007), liberal ekonomilerde ürünlerin sonsuz tüketim amacıyla piyasaya sürüldüğünü, reklamların ve kitle iletişim araçlarının da bu hedefe hizmet ettiğini kapsamlı biçimde ortaya koyar. Ülkemizde de 1980’den itibaren hayata geçirilen tercihler sonucu bu çerçeveye dahil olduğumuza tanık olduk.
    Bu durumda kaçınılmaz son nedir ve neler yapılmalıdır? Bilim insanları bu soruların cevaplarının hızla yaklaşan iklim değişikliği/doğal felaketler olduğunu ve alınması gereken önlemleri bıkmadan usanmadan dile getiriyorlar. Ama dinleyen kim..!

    Yanıtla

Yorum yapın

+ 9 = 10